10 Mart 2015 Salı

Şişedeki Mesaj

"Ne kadar oldu vapurla karşıya geçmeyeli
Oturup bir çay bahçesinde çay içmeyeli?
Ne zaman alıştın sen yalan söylemeye
Kendini en seveninden bile gizlemeye?" (*1)

Hakikaten, ne kadar oldu? Vicdanına sesleniyorum... Kaç zaman geçti, biliyor musun? Farkında mısın acaba? Yoksa bunun hesabını tutan bir tek ben miyim? Gerçi konu hesaba gelince kesmek daha çok hoşuna gidiyor anlaşılan... Hayırdır, hiç kapımı çalmıyorsun, halimi hatırımı sormuyorsun? Ben ne kabahat işledim ki? Hani beni çok severdin. Hiç gitmeyecekmiş gibi sevenler hiç sevmemiş gibi gider mi? Saklambaç oynamaktan bıktım artık, usandım bezdim. Ben bu oyunu bozarım. Ben seni bulamasam da haberim bulsun.

Altı ay uzun bir zamandır, biliyor musun? Neler neler yaptığımı bir bilsen... Hiç şaşırmaman gerekirdi aslında. Söz verdiğim her şeyi yaptım. Söyledim sana, uyardım seni "Ben Türkçeyi öğreneceğim, izle ve öğren" diye. Ama ne izledin ne de öğrendin. İzlemediğinden öğrenemedin aslında ne kadar fazla çaba harcadığımı. Çekip gittin arkana bile bakmadan. Halbuki ben söz verdiğim gibi Türkçeyi öğrendim.

Sadece derdimi anlatacak kadar değil, Cem Yılmaz'ı anlayacak kadar. Vizontele'yi altyazısız izleyebilecek kadar. Yüzünü kızartmaya yeter derecede küfür edebilecek kadar. Ağzından çıkan kulağının duyduğuyla aynı şey olsa da davranışınla hiç aynı olmadığını anlayacak kadar fazla Türkçe biliyorum artık. SENİ anlayabilecek kadar Türkçe biliyorum. Ne dersen de, nasıl dersen de, anlarım. Kuantum fiziği, tiroid bezinin aşırı çalışması, osteoporoz mosteoporoz ve benzer konulardan dem vurmaya kalkışmazsan şayet. Onlardan anlamam. Yine de merakla dinlerdim seni; sesini duymak için herhangi bir bahane uydururdum... Konuşurken kelime seçişin, sesinin tonu, esprilerin, hatta nefes almak için duraklaman bile senin gerçekten nasıl bir insan olduğunu çözebilmem için imdadıma yetişen birer tüyo olurdu. Çünkü sen kendini anlatmazdın. Yemekleri, İstanbul'u anlattın, Kuran'dan, hastalıklardan ve tedavilerinden felsefeler yürüttün, fakat kendine dair tek bir söz etmedin. Aman... Bendeki şansa baksana: anlayamadığım zaman seni dinleyebilirdim ama şu an anlayabildiğim hâlde dinleme fırsatım yok. Olmayacak da. Aslında ne kadar çabalarsam çabalayayım, ses tonunu bile hatırlayamıyorum artık... "Sevdiğin birinin sesini unutmak ne demek, bilir misin?" (*2)

Neyse, sadece Türkçe öğrenmekle kalmadım. Bir de İstanbul'un kaç bucak olduğunu öğrendim. Kocaman şehri avucumun içi gibi biliyorum. Metro ve vapur hatlarını, hareket etme saatleri de dahil, birkaç otobüs hattını, hatta Bahçelievler ve Zincirlikuyu arasındaki metrobüs duraklarını bile ezberledim. Sana rehberlik edip şehrin her köşesini anlatırım, kapıyı göstererim... Topkapıyı, Yenikapıyı... İstanbul'dan sıkıldıysan Hanya'yı Konya'yı da göstereyim sana. Bak repertuar çok geniş.

Ne var ki bütün bu bilgiler hiç de ucuza mal değildi. Tek bir kuruş bile harcamadan bedelini hâlâ ağır ödemekteyim. Kendimi tamamen kitaplara verdim, başımı kaldırmadan, sabah akşam demeden ders çalıştım. "Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum..." (*3) Böylece lüzumsuz birisinin tarzında yuvarlanıp gidiyorum. Kitapların sayfalarını çevirip karıştırıp benim haklı olduğumdan ziyade senin ve benzerlerin haksız ve adaletsiz olduğuna kanıtlar bulmaya çalışmakla meşgulüm. Bazen öylesine güzel şeylere rastlıyorum ki kitabı kapıp yüzüne vurasım geliyor "Şunu bir oku da bir vicdan azabından canın yansın lan!" diye. "Ellerime sarılır beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma, boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna, tedirgin etme beni. Bu sefer geride bir şey bırakmadım, tasımı tarağımı topladım geldim. Neyim var neyim yoksa ortaya döktüm. Beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim." (*4)

Fakat, korkarım ki başına bütün bir kütüphane kaksam da aldırıp tek bir kelime bile söylemezdin. Söz verdiklerini yerine getirmediğini bilmek hiç canını sıkmazdı... Bak sana ne diyeceğim. Hesabı ödercesine boş vaatler mırıldanıp çekip gitmekle kendini benzettiğin kişi kim olsa beğenirsin. "Yaz tahtaya bir daha / Tut defteri kitabı / Sarı çizmeli Mehmet ağa / Bir gün öder hesabı." (*5) Borcunu affedebileceğim ve olup bitenleri umursamayacağım günü iple çekiyorum. Bir gün hatıralarım arasında seni ararken kafamdaki arama motoru "Did you mean sarı çizmeli Mehmet ağa?" diye bir öneri yazar inşallah. Böyle gidilir mi hiç? Gidilir. Mehmet ağa böyle gider ve hesabını ne zaman ödeceğini sadece Allah bilir. Ben böyle bir paraleli bulduğuma o kadar çok sevindim ki düşünceyi genişletip coğrafyaya bile yeni bir boyut getirdim. İstanbul'un yaşadığın yakasına Mehmetistan koydum ve mücbir sebepler olmaksızın oraya ayak basmam. Yanına gitse gitse haberim gider.

Acaba, şişe içinde denize atılan bir mesaj hitap edilene ulaşır mı hiç?

____________________

(*1) Sertab Erener: Tesadüf Aşk
(*2) Leyla ile Mecnun dizisi (Mecnun)
(*3) Sait Faik Abasıyanık: Lüzumsuz Adam
(*4) Oğuz Atay: Tutunamayanlar
(*5) Barış Manço: Sarı Çizmeli Mehmet Ağa