"Ne kadar oldu vapurla karşıya geçmeyeli
Oturup bir çay bahçesinde çay içmeyeli?
Ne zaman alıştın sen yalan söylemeye
Kendini en seveninden bile gizlemeye?" (*1)
Hakikaten,
ne kadar oldu? Vicdanına sesleniyorum... Kaç zaman geçti, biliyor musun?
Farkında mısın acaba? Yoksa bunun hesabını tutan bir tek ben miyim? Gerçi konu
hesaba gelince kesmek daha çok hoşuna gidiyor anlaşılan... Hayırdır, hiç kapımı çalmıyorsun, halimi hatırımı sormuyorsun? Ben ne kabahat
işledim ki? Hani beni çok severdin.
Hiç gitmeyecekmiş gibi sevenler hiç sevmemiş gibi gider mi? Saklambaç
oynamaktan bıktım artık, usandım bezdim. Ben bu oyunu bozarım. Ben seni
bulamasam da haberim bulsun.
Altı ay uzun
bir zamandır, biliyor musun? Neler neler yaptığımı bir bilsen... Hiç şaşırmaman
gerekirdi aslında. Söz verdiğim her şeyi yaptım. Söyledim sana, uyardım seni
"Ben Türkçeyi öğreneceğim, izle ve öğren" diye. Ama ne izledin ne de
öğrendin. İzlemediğinden öğrenemedin aslında ne kadar fazla çaba harcadığımı.
Çekip gittin arkana bile bakmadan. Halbuki ben söz verdiğim gibi Türkçeyi
öğrendim.
Sadece
derdimi anlatacak kadar değil, Cem Yılmaz'ı anlayacak kadar. Vizontele'yi
altyazısız izleyebilecek kadar. Yüzünü kızartmaya yeter
derecede küfür edebilecek kadar. Ağzından çıkan kulağının
duyduğuyla aynı şey olsa da davranışınla hiç aynı olmadığını anlayacak kadar
fazla Türkçe biliyorum artık. SENİ anlayabilecek kadar Türkçe biliyorum. Ne
dersen de, nasıl dersen de, anlarım. Kuantum fiziği, tiroid bezinin aşırı
çalışması, osteoporoz mosteoporoz ve benzer konulardan dem vurmaya kalkışmazsan
şayet. Onlardan anlamam. Yine de merakla dinlerdim seni; sesini duymak için
herhangi bir bahane uydururdum... Konuşurken kelime seçişin, sesinin tonu,
esprilerin, hatta nefes almak için duraklaman bile senin gerçekten nasıl bir
insan olduğunu çözebilmem için imdadıma yetişen birer tüyo olurdu. Çünkü sen
kendini anlatmazdın. Yemekleri, İstanbul'u anlattın, Kuran'dan, hastalıklardan
ve tedavilerinden felsefeler yürüttün, fakat kendine dair tek bir söz etmedin.
Aman... Bendeki şansa baksana: anlayamadığım zaman seni dinleyebilirdim ama şu
an anlayabildiğim hâlde dinleme fırsatım yok. Olmayacak da. Aslında ne kadar
çabalarsam çabalayayım, ses tonunu bile hatırlayamıyorum artık... "Sevdiğin birinin sesini unutmak ne
demek, bilir misin?" (*2)
Neyse,
sadece Türkçe öğrenmekle kalmadım. Bir de İstanbul'un kaç bucak olduğunu
öğrendim. Kocaman şehri avucumun içi gibi biliyorum. Metro ve vapur hatlarını,
hareket etme saatleri de dahil, birkaç otobüs hattını, hatta Bahçelievler ve
Zincirlikuyu arasındaki metrobüs duraklarını bile ezberledim. Sana rehberlik
edip şehrin her köşesini anlatırım, kapıyı göstererim... Topkapıyı,
Yenikapıyı... İstanbul'dan sıkıldıysan Hanya'yı Konya'yı da göstereyim sana.
Bak repertuar çok geniş.
Ne var
ki bütün bu bilgiler hiç de ucuza mal değildi. Tek bir kuruş bile harcamadan
bedelini hâlâ ağır ödemekteyim. Kendimi tamamen kitaplara verdim, başımı
kaldırmadan, sabah akşam demeden ders çalıştım. "Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin
kapımı çalmasını istemiyorum..." (*3) Böylece lüzumsuz
birisinin tarzında yuvarlanıp gidiyorum. Kitapların sayfalarını çevirip
karıştırıp benim haklı olduğumdan ziyade senin ve benzerlerin haksız ve
adaletsiz olduğuna kanıtlar bulmaya çalışmakla meşgulüm. Bazen öylesine güzel
şeylere rastlıyorum ki kitabı kapıp yüzüne vurasım geliyor "Şunu bir oku da bir vicdan azabından canın yansın lan!" diye.
"Ellerime sarılır beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen
boşuna yorma, boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı, özellikle
yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna, tedirgin etme beni. Bu sefer
geride bir şey bırakmadım, tasımı tarağımı topladım geldim. Neyim var neyim
yoksa ortaya döktüm. Beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim." (*4)
Fakat,
korkarım ki başına bütün bir kütüphane kaksam da aldırıp tek bir kelime bile
söylemezdin. Söz verdiklerini yerine getirmediğini bilmek hiç canını sıkmazdı... Bak sana ne diyeceğim. Hesabı
ödercesine boş vaatler mırıldanıp çekip gitmekle kendini benzettiğin kişi kim
olsa beğenirsin. "Yaz
tahtaya bir daha / Tut defteri kitabı / Sarı çizmeli Mehmet ağa / Bir gün öder
hesabı." (*5) Borcunu affedebileceğim ve olup bitenleri
umursamayacağım günü iple çekiyorum. Bir gün hatıralarım arasında seni ararken
kafamdaki arama motoru "Did
you mean sarı çizmeli Mehmet ağa?" diye bir öneri
yazar inşallah. Böyle gidilir mi hiç? Gidilir. Mehmet ağa böyle gider ve
hesabını ne zaman ödeceğini sadece Allah bilir. Ben böyle bir paraleli
bulduğuma o kadar çok sevindim ki düşünceyi genişletip coğrafyaya bile yeni bir
boyut getirdim. İstanbul'un yaşadığın yakasına Mehmetistan koydum ve mücbir
sebepler olmaksızın oraya ayak basmam. Yanına gitse gitse haberim gider.
Acaba, şişe
içinde denize atılan bir mesaj hitap edilene ulaşır mı hiç?
____________________
(*1) Sertab Erener: Tesadüf Aşk
(*2) Leyla ile Mecnun dizisi (Mecnun)
(*3) Sait Faik Abasıyanık: Lüzumsuz Adam
(*4) Oğuz Atay: Tutunamayanlar
(*5) Barış Manço: Sarı Çizmeli Mehmet Ağa
____________________
(*1) Sertab Erener: Tesadüf Aşk
(*2) Leyla ile Mecnun dizisi (Mecnun)
(*3) Sait Faik Abasıyanık: Lüzumsuz Adam
(*4) Oğuz Atay: Tutunamayanlar
(*5) Barış Manço: Sarı Çizmeli Mehmet Ağa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder