Bir 25 Auğustos idi. Ama bugünkü gibi bir 25 Ağustos değil. Sımsıcak,
heyecan ve mutluluk verici, ancak hiç Türkçe bilmediğim bir 25 Ağustos idi.
Kendimi bildim bileli ilk kez İstanbul’a geliyordum. Kendimi bilmeden önce de
gelmişim, fakat o maceradan zerre hatıram bile kalmamış. Eski Lada’mızın arka
koltuğunda mışıl mışıl uyuyordum da. Uyuyarak gezen çok gezse de bilemez demek
ki. Bu sefer beni getirmediler ama; ben kendim geldim uyanık hem de uçakla!
Pembe bir şortla, omzumda bavulum kadar ağır bir çantayla, bir elimde benim
kadar ağır bir bavulla, diğer elimde de küçük, buruşuk ama önemini gideceğim
yere dair bütün bilgileri yazdığında taşıyan bir notla, ek olarak “merhaba”,
“evet” ve “hayır”dan ibaret bir Türkçe sahibinin özgüveniyle bir taksinin yolcu
koltuğuna sığındım. Yolcu koltuğuna mı? Evet, yolcu koltuğuna... Hem de pembe
bir şortla. Sonra anladım ki taksinin yolcu koltuğuna ne pembe bir şortla ne de
müflonlu montla ne sığınılır ne atlanır de oturulur. Bu hareketimi turist
olmama bağlayıp görmezden geliniz lütfen.
Bindiğim taksi ilk bakişta tam bir taksinin olması gerektiği gibiydi: arka
camda K. Atatürk’ün imzası, ön panoda Türk bayrağı, şurada burada tamponu
ezmiş, içini ise ağır bir sigara kokusu sarmış, daha güzel günler görmüş olan,
bildiğimiz bir İstanbul taksisiydi. Fakat bir şey eksikti... O kadar eksikti ki
arabanın tavanı, camları ile cam silecekleri, motor kapağı, emniyet kemerleri,
hatta bir tekerleği olmaktansa o eksik olan şeyin olmasını yeğlerdim ama İstanbul
taksilerinin olmazsa da olur olan bir parçası olduğunu o anda bilemiyordum. Ne
mi idi? Az da olsa İngilizce bilen bir şoför!
“Onun İngilizcesi benim Türkçemden daha geniştir inşallah” diye ilişki
kurma yoluna dalgın bir hamle attım. Artık kıpkırışık ve zorla okunan hale
gelmiş (ayrıca da terden ıslanmış) notumu titreyen elle burnunun önüne tutup
“Here, please” dedim. Nota bir süre baktıktan sonra elimden aldı, daha yakından
da baktı, sola çevirdi, sağa çevirdi, öyle de iyice baktı, ters de çevirdi...
Sonra vazgeçip notu bana uzatıp üzgün üzgün “No understand” dedi. Durakladı ve
bir “Sorry” da yapıştırdı güçle kurduğu cümleye.
Ben neresini anlamadığına şaşırarak notu elinden aldım. Her şey apaçık
ortada:
Sorunun büyük ihtimalle el yazımdan kaynakladığı o anda aklımın ucundan
bile geçmedi. Macaristan’da iltifatlar kazanıp duran bitişik el yazım
Türkiye’de ne modaymış ne de “bu ne ya, ben bunu okuyamam ki” bakışlarından
başka bir şey edinebildi... Sonra kararımı ve ne olur ne olmaz derin bir nefes
de alıp bütün cesaretimi topladım. Allah’ım, ilk kez yabancı biri önünde azıcık
da olsa Türkçe konuşacaktım. “Sabiha Gökçen” dedim ve parmağımla yanımızdaki
kocaman binayı gösterdim o da kafasını “ee, tabii” anlamında salladı. Harika!
Güzel abimle yavaş yavaş olsa da anlaşırız. “Kadıköy” dedim, iyi bir yabancı
gibi “ı”ye “i” gibi vura vura. “Kadıköy” tekrarladı mükemmel bir İstanbul
Türkçesiyle. Sonra zor bir işe başlarcasına yine derin bir nefes aldım ve
“Ti-ca-ret” ... “Mes-lek”... “Lisesi” dedim. Ne olur ne olmaz bir “okul” da
yapıştırdım “Bana bak lan, Türkçe biliyorum, saçma sapan bir yere sakın götürme
beni ha!” anlamına gelen. Abiciğim de “Haa” dedi ama hiç “Haa” anlamını taşıyan
bir tavırı yoktu. O “Haa” diyorsa “Haa”dır diye düşündüm ve hem “Haa”ya göre
hem de şu ana kadar arkamızda oluşmuş upuzun araba kuyruğuna göre kalkma zamanı
gelmişti de geçiyordu.
Anadolu Otoyolu’nda hızla ilerleyerek sağ tarafımda bakımlı koca bahçeleri
andıran yamaçlar, tepesinde Türk bayrağı dalgalanan direkler, camiler ve ne
ifade ettiklerini kavrayamadığım tabelalar gözden kaybolup yerlerini yeni
yamaçlara, bayraklara, camilere ve tabelalara bırakıyordu. Sanki ben farklı bir
şehre değil, farklı bir ülkeye de değil, hatta farklı bir kıtaya da değil, ben
bambaşka bir dünyaya gelmişim gibi bir his vardı içimde. Sağ tarafımdaki güzel
manzaraya ancak sol tarafımdaki görüntüler (daha doğrusu gürültüler) bir gölge
düşürüyordu.
Bana “Haa” diyen bu arkadaş şimdi endişe veren bir şekilde, el
hareketleriyle de söylediklerinin ciddilik seviyesini vurgulamak isteyerek
telefonla konuşuyordu. Ben bu monologdan zerre kadar bir şey anlayamadıysam da
hattın diğer ucundakinden “Sabiha Gökçen " Kadıköy " 12 A " Ticaret Meslek Lisesi” dediğimin tam
olarak nerede olduğuna dair bir ipuç almaya çalıştığından adım gibi emin idim...
Ve hiç de hayra alamet gibi görünmemeye başladı içinde olduğum durum.
Yol da düşündüğümden daha çok uzun gelmeye başlamıştı. Kim bilir kaç
liralık kilometreden geçiyorduk ve hala yolculuk sona ermek bilmiyordu bir
türlü. Camdan gelen kuvvetli rüzgar da saçımı kuru ot yığınına benzeyen bir
hale getirmişti desem yeridir. Bu da yetmezmiş gibi havaalanında para
bozdurmamış olduğumu ve cebimde de olsa olsa birkaç euro olduğunu hatırladım...
ki radyoda aniden tanıdığım akorlar çalmaya başladı ve o andaki ruh halime tamı
tamına uyuyordu: I don’t care, I love it!!
Macaristan’dayken çok duyduğum ama ilgimi pek çekmeyen, hatta bıkana kadar
dinlemek zorunda kaldığım bir şarkı ansızın yeni bir boyut kazandı. Yüzümü
rüzgara karşı çevirdim ve yanımdan yarışıp giden çiçekli yamaçları, bayrak
direklerini, camileri ve tabelaları izlerken çok uzun bir zamandan beri ilk kez
mutlu olmaya başladım. Mutluluk dediğim öyle işte benim. Başına gelecekleri
merak ederken nasıl mutlu olabilir ki insan? Olabildim çünkü başıma ne
gelecekse gelsin özgürce aldığım kararlarla onları kendi başıma kendim getirdiğimi
anladım ve kendim seçtiğim yeni bir hayatıma başlayınca o gelecekte yaşayacağım
sorunları çocukça bir heyecanla beklemeye başladım.
Şarkı çalarken, rüzgar yüzüme vururken, bir tarafımda bana son harfine
kadar yabancı gelen tabelalar, el yazımı bile okuyamayan yabancı bir ülkenin
yabancı bayrakları, yabancı bir dinin camileri ve yabancı yamaçların son otuna
kadar yabancı desenleri gözden kaybolurken, diğer tarafımda ise yabancı bir
dilde konuşan bir yabancı varken ben mutlu olmaya başladım ve o anı bugüne
kadar bütün ayrıntılarıyla hatırlıyorum...
Birkaç dakika sonra Kadıköy’ün bir köşesinde, Ticaret Meslek Lisesi’nin
önünde 80 liralık yolculuğumun sona ereceğini, o yolculuk için bütün eurolarımı
vermek zorunda kalacağımı, sonra da “Allah’ım, benim gelmem gereken yer Kadıköy
değil de Üsküdar idi!!” diye elimi alnıma vuracağımı bilseydim de mutluluğum
hiç ekşimezdi herhalde. Önümde bekleyen iki hafta hayatımın en güzel iki
haftasıydı ve o andan beri de hiç o kadar mutlu olmadığıma şu an biraz
üzülüyorum. Ama o 25 Ağustos’ta böylesine yabancı bir ülkeye “burası benim yeni
evim” gözüyle bakmaya başladım.
Şimdi de bu şarkıyı aynı heyecanla dinleyip duruyorum
ve o mutluluğun küçük bir parçasını yine hissedebiliyorum. Hatta tarağımı kapıp
aynanın önünde delice şarkı söyleyesim geliyor. Fakat şu an yurttaki
arkadaşlarımın önünde kendimi palyaço yerine koymanın ne yeri ne zamanı. Manyak
davranışlara kapılmaktansa şarkıyı dinlerken sessizce mutlu olayım birkaç
dakika. Ne yazık ki şarkı bitince mutluluğumun bir parçası da bitecek çünkü bu
yaz o yaz değil, ne bu 25 Ağustos o 25 Ağustos. Şarkı aynı ise de bu anı izleyecek
iki hafta o iki hafta olmayacak. Ne yazık ki... Yoksa dünyanın en mutlu insanı
ben olurdum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder