29 Ağustos 2015 Cumartesi

Tarihte Bugün (29 Ağustos)

1521: Osmanlı orduları Belgrad'ı zaptetti

1855: Osmanlı'da ilk telgraf görüşmesi yapıldı

1918: Polonya bağımsızlığını ilan etti

1958: Michael Jackson dünyaya geldi

1976: Süt sığırcılığının geliştirilmesi için Amerika'dan Diyarbakır'a 1 boğa ile 80 inek getirildi

2014: İstanbul'un genellikle geç gelen, hatta hiç gelmeyen, gelirse de tıklım tıklım olduğu için binilemeyen 16KH hat numaralı otobüsü 4 dakika erken geldi. Yanından hiç ayrılmak istemediğim kişiye son bir bakış attığımdan beri ne onu ne de bu tarihî anın benzerini bir daha görebildim.

25 Ağustos 2015 Salı

Liralarımın Sonuna Kadar Yolculuk

Bir 25 Auğustos idi. Ama bugünkü gibi bir 25 Ağustos değil. Sımsıcak, heyecan ve mutluluk verici, ancak hiç Türkçe bilmediğim bir 25 Ağustos idi. Kendimi bildim bileli ilk kez İstanbul’a geliyordum. Kendimi bilmeden önce de gelmişim, fakat o maceradan zerre hatıram bile kalmamış. Eski Lada’mızın arka koltuğunda mışıl mışıl uyuyordum da. Uyuyarak gezen çok gezse de bilemez demek ki. Bu sefer beni getirmediler ama; ben kendim geldim uyanık hem de uçakla!

Pembe bir şortla, omzumda bavulum kadar ağır bir çantayla, bir elimde benim kadar ağır bir bavulla, diğer elimde de küçük, buruşuk ama önemini gideceğim yere dair bütün bilgileri yazdığında taşıyan bir notla, ek olarak “merhaba”, “evet” ve “hayır”dan ibaret bir Türkçe sahibinin özgüveniyle bir taksinin yolcu koltuğuna sığındım. Yolcu koltuğuna mı? Evet, yolcu koltuğuna... Hem de pembe bir şortla. Sonra anladım ki taksinin yolcu koltuğuna ne pembe bir şortla ne de müflonlu montla ne sığınılır ne atlanır de oturulur. Bu hareketimi turist olmama bağlayıp görmezden geliniz lütfen.

Bindiğim taksi ilk bakişta tam bir taksinin olması gerektiği gibiydi: arka camda K. Atatürk’ün imzası, ön panoda Türk bayrağı, şurada burada tamponu ezmiş, içini ise ağır bir sigara kokusu sarmış, daha güzel günler görmüş olan, bildiğimiz bir İstanbul taksisiydi. Fakat bir şey eksikti... O kadar eksikti ki arabanın tavanı, camları ile cam silecekleri, motor kapağı, emniyet kemerleri, hatta bir tekerleği olmaktansa o eksik olan şeyin olmasını yeğlerdim ama İstanbul taksilerinin olmazsa da olur olan bir parçası olduğunu o anda bilemiyordum. Ne mi idi? Az da olsa İngilizce bilen bir şoför!

“Onun İngilizcesi benim Türkçemden daha geniştir inşallah” diye ilişki kurma yoluna dalgın bir hamle attım. Artık kıpkırışık ve zorla okunan hale gelmiş (ayrıca da terden ıslanmış) notumu titreyen elle burnunun önüne tutup “Here, please” dedim. Nota bir süre baktıktan sonra elimden aldı, daha yakından da baktı, sola çevirdi, sağa çevirdi, öyle de iyice baktı, ters de çevirdi... Sonra vazgeçip notu bana uzatıp üzgün üzgün “No understand” dedi. Durakladı ve bir “Sorry” da yapıştırdı güçle kurduğu cümleye.

Ben neresini anlamadığına şaşırarak notu elinden aldım. Her şey apaçık ortada:


Sorunun büyük ihtimalle el yazımdan kaynakladığı o anda aklımın ucundan bile geçmedi. Macaristan’da iltifatlar kazanıp duran bitişik el yazım Türkiye’de ne modaymış ne de “bu ne ya, ben bunu okuyamam ki” bakışlarından başka bir şey edinebildi... Sonra kararımı ve ne olur ne olmaz derin bir nefes de alıp bütün cesaretimi topladım. Allah’ım, ilk kez yabancı biri önünde azıcık da olsa Türkçe konuşacaktım. “Sabiha Gökçen” dedim ve parmağımla yanımızdaki kocaman binayı gösterdim o da kafasını “ee, tabii” anlamında salladı. Harika! Güzel abimle yavaş yavaş olsa da anlaşırız. “Kadıköy” dedim, iyi bir yabancı gibi “ı”ye “i” gibi vura vura. “Kadıköy” tekrarladı mükemmel bir İstanbul Türkçesiyle. Sonra zor bir işe başlarcasına yine derin bir nefes aldım ve “Ti-ca-ret” ... “Mes-lek”... “Lisesi” dedim. Ne olur ne olmaz bir “okul” da yapıştırdım “Bana bak lan, Türkçe biliyorum, saçma sapan bir yere sakın götürme beni ha!” anlamına gelen. Abiciğim de “Haa” dedi ama hiç “Haa” anlamını taşıyan bir tavırı yoktu. O “Haa” diyorsa “Haa”dır diye düşündüm ve hem “Haa”ya göre hem de şu ana kadar arkamızda oluşmuş upuzun araba kuyruğuna göre kalkma zamanı gelmişti de geçiyordu.

Anadolu Otoyolu’nda hızla ilerleyerek sağ tarafımda bakımlı koca bahçeleri andıran yamaçlar, tepesinde Türk bayrağı dalgalanan direkler, camiler ve ne ifade ettiklerini kavrayamadığım tabelalar gözden kaybolup yerlerini yeni yamaçlara, bayraklara, camilere ve tabelalara bırakıyordu. Sanki ben farklı bir şehre değil, farklı bir ülkeye de değil, hatta farklı bir kıtaya da değil, ben bambaşka bir dünyaya gelmişim gibi bir his vardı içimde. Sağ tarafımdaki güzel manzaraya ancak sol tarafımdaki görüntüler (daha doğrusu gürültüler) bir gölge düşürüyordu.

Bana “Haa” diyen bu arkadaş şimdi endişe veren bir şekilde, el hareketleriyle de söylediklerinin ciddilik seviyesini vurgulamak isteyerek telefonla konuşuyordu. Ben bu monologdan zerre kadar bir şey anlayamadıysam da hattın diğer ucundakinden “Sabiha Gökçen " Kadıköy " 12 A " Ticaret Meslek Lisesi” dediğimin tam olarak nerede olduğuna dair bir ipuç almaya çalıştığından adım gibi emin idim... Ve hiç de hayra alamet gibi görünmemeye başladı içinde olduğum durum.

Yol da düşündüğümden daha çok uzun gelmeye başlamıştı. Kim bilir kaç liralık kilometreden geçiyorduk ve hala yolculuk sona ermek bilmiyordu bir türlü. Camdan gelen kuvvetli rüzgar da saçımı kuru ot yığınına benzeyen bir hale getirmişti desem yeridir. Bu da yetmezmiş gibi havaalanında para bozdurmamış olduğumu ve cebimde de olsa olsa birkaç euro olduğunu hatırladım... ki radyoda aniden tanıdığım akorlar çalmaya başladı ve o andaki ruh halime tamı tamına uyuyordu: I don’t care, I love it!!

Macaristan’dayken çok duyduğum ama ilgimi pek çekmeyen, hatta bıkana kadar dinlemek zorunda kaldığım bir şarkı ansızın yeni bir boyut kazandı. Yüzümü rüzgara karşı çevirdim ve yanımdan yarışıp giden çiçekli yamaçları, bayrak direklerini, camileri ve tabelaları izlerken çok uzun bir zamandan beri ilk kez mutlu olmaya başladım. Mutluluk dediğim öyle işte benim. Başına gelecekleri merak ederken nasıl mutlu olabilir ki insan? Olabildim çünkü başıma ne gelecekse gelsin özgürce aldığım kararlarla onları kendi başıma kendim getirdiğimi anladım ve kendim seçtiğim yeni bir hayatıma başlayınca o gelecekte yaşayacağım sorunları çocukça bir heyecanla beklemeye başladım.

Şarkı çalarken, rüzgar yüzüme vururken, bir tarafımda bana son harfine kadar yabancı gelen tabelalar, el yazımı bile okuyamayan yabancı bir ülkenin yabancı bayrakları, yabancı bir dinin camileri ve yabancı yamaçların son otuna kadar yabancı desenleri gözden kaybolurken, diğer tarafımda ise yabancı bir dilde konuşan bir yabancı varken ben mutlu olmaya başladım ve o anı bugüne kadar bütün ayrıntılarıyla hatırlıyorum...

Birkaç dakika sonra Kadıköy’ün bir köşesinde, Ticaret Meslek Lisesi’nin önünde 80 liralık yolculuğumun sona ereceğini, o yolculuk için bütün eurolarımı vermek zorunda kalacağımı, sonra da “Allah’ım, benim gelmem gereken yer Kadıköy değil de Üsküdar idi!!” diye elimi alnıma vuracağımı bilseydim de mutluluğum hiç ekşimezdi herhalde. Önümde bekleyen iki hafta hayatımın en güzel iki haftasıydı ve o andan beri de hiç o kadar mutlu olmadığıma şu an biraz üzülüyorum. Ama o 25 Ağustos’ta böylesine yabancı bir ülkeye “burası benim yeni evim” gözüyle bakmaya başladım.

Şimdi de bu şarkıyı aynı heyecanla dinleyip duruyorum ve o mutluluğun küçük bir parçasını yine hissedebiliyorum. Hatta tarağımı kapıp aynanın önünde delice şarkı söyleyesim geliyor. Fakat şu an yurttaki arkadaşlarımın önünde kendimi palyaço yerine koymanın ne yeri ne zamanı. Manyak davranışlara kapılmaktansa şarkıyı dinlerken sessizce mutlu olayım birkaç dakika. Ne yazık ki şarkı bitince mutluluğumun bir parçası da bitecek çünkü bu yaz o yaz değil, ne bu 25 Ağustos o 25 Ağustos. Şarkı aynı ise de bu anı izleyecek iki hafta o iki hafta olmayacak. Ne yazık ki... Yoksa dünyanın en mutlu insanı ben olurdum.