Bu olur
olmaz yerlerde kullanılan ifade var ya "adı üstünde" diye. Tamam da
ne kadar üstünde?
Starbucks'ta
Mtarbucks'ta takılmaya içim elvermediği için gittiğim zaman da adam gibi ismi
olan içecekleri tercih ediyorum. Genelde cappuccino, Türk kahvesi, sıcak
çikolata ile yetiniyorum ama insanın arkadaşı mangolu smoothie siparişi verince
insan merak ediyor ya. "O da neyin nesi?" diye sordum ve yemin
ediyorum hayatımda hiç bu kadar bilgilendirici, aydınlatıcı bir cevap
almamıştım. "İşte bildiğin smoothie mango tadında." Hmm, bak sen. Bu
kadar basitmiş. Ben anlayamıyormuşum. Aydınlanma çağı ancak sipariş gelince
başladı: buzlu içecekmiş... Buzlu içecekmiş!! İnsanoğlu tarafından nede
anlaşılır bir ismi varmış! Smoothie nedir ya! Hemen Türkçe bir isim bulmak
lazım buna...
Çizburger,
çiğköfte, mercimek çorbası... Bunlar tamam. İnsan hemen anlar ne olduğunu; adı
üstünde.
İşte benim
meselem de budur: adım üstümde. Fakat kim olduğumu insanlar değil, kader çok
iyi anlamışa benziyor ve beni hep layık gördüğü olaylara yönlendiriyor. Nasıl
mı?
Adım Lilla.
Biliyorum, ilk bakışta bunda hayre verici bir şey yok, sıradan bir yabancı
isimdir. Anlamı var mı yok mu bilmiyorum. Sormayın da. Meselenin aslı NE ANLAMA
geldiği değil, NEREDEN geldiğidir. Eflatun, hani lila rengi var ya. İşte oradan
gelmiyor ve onunla hiç mi hiç alakası yok. O şairler yok mu o şairler. Gece
gündüz demeden kavuşulmaz bir aşk peşinde oldukları için şiirleri hep
üzüntülüdür. (Aslında, Enver Aysever'in dediği gibi "İmkânlı olan zaten
aşk değildir".) Zaten mutlu bir şair görüldü mü hiç? Üzüntü mutluluktan
daha çok ilham vericiye benziyor. Bu da insan doğasından kaynaklanıyor olmalı:
üzüntüyü kiminle olursa olsun paylaşırız ama mutluluğu hep kendimize saklarız.
Yapmayın öyle, şikâyet etmeyin. Dinleyenlerin %80'inin zerre kadar umrunda
değil, %20'si ise o kadar hain ki sevinir.
Her neyse...
İşte benim adım da böyle bir şair tarafından ortaya çıkarılmıştır. XVIII.
yüzyılın sonuna doğru yaşamış Mihály Csokonai Vitéz, Macar aşk şairliğinin en
önemli temsilcilerinden biridir. 25 yaşlarındayken Julianna Vajda adlı bir
kadına âşık olmuş ve aşkına karşılık verilmiş. Şiirlerinde Julianna'ya
"Lilla" diye bir takma isim koymuş. Fakat bu mutluluk kızın ailesi
tarafından kabul edilmemiş, hoş görülmemiş ve dokuz ay sonra Lilla'nın başka
biriyle evlendirmesiyle sona erdirilmiş. Üzüntünün en dibine düşen şairimiz
birkaç yıl sonra, akçiğer yangısı hastalığıyla baş edemediği için 31
yaşındayken ölmüş.
Şimdi
ayrıntılara göz gezdirelim...
Kızın adı
olan "Julianna" kulağımıza nereden tanıdık gelebilir? Başka yerden
değilse de "Romeo ile Juliet" hikâyesinden. Bir de sanki böyle bir
öyküyü daha önce de duyduğunuz hissi gelmiyor mu içinizden? Kızın ailesi aşka
engel olmuş, kızı başka biriyle evlendirmiş falan... Hiç değilse, "Leyla
ile Mecnun" hikâyesini hepimiz duymuşuzdur diye düşünüyorum. İsimlere de
bakacak olursanız: Lilla ile Mihály, Leyla ile Mecnun; ortada L ve M
harfleriyle tuhaf bir tesadüf var. Ama bu kadarıyla da kalmıyor. Csokonai'ya
dair bir söz bile duymadığına emin olduğum bir hoca ismimi öğrenince bana
neşeyle: "Haa, adının Türkçesi Leyla, biliyor muydun?" diye sordu. Al işte
kader... Meseleye herhangi bir açıdan bakarsak, imkânsız bir aşk hikâyesi
ortaya çıkar.
Aslında bu
çok şeyi açıklıyor. L ve M harflerinin bir araya geldiği zaman bir tuhaflık
oluyor, işler ters gitmeye başlıyor ve ne yaparsan yap olmuyor bir türlü.
Oysaki alfabede de yan yana duruyorlar. Sanki kaderin kaba bir şakasının
kurbanlarıymış gibi.
Söyleyecek
başka ne kalmış acaba? Kendi iyilikleri için M'ler kendilerini benden uzak
tutsunlar. Her ihtimale karşı K'ler de sakın yaklaşmasınlar. M ve K'si bir
arada olanlar ise akıllarının ucundan bile geçmeyeyim. Ya da... İlle de
gelsinler! Bu kaderin baştan yazılması gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder